Kendimizin ötesinde, hayatımıza egemen olan ve onu belli bir plan doğrultusunda yönlendiren, bizimle ilgilenen bir varlığın yani insan hayatına egemen ve bizzat müdahale eden bir Tanrı’nın var olduğunu fark etmemiz için mutlaka Evren’in ortaya çıkışındaki hassas ayarı bilmemiz, teleolojik deliller üzerine kafa yoracak kadar donanımlı olmamız yahut vahiy / ilham yoluyla ilahî olanla irtibat kurmamız gerekmez. Elbette bu deliller de önemlidir ama sıradan bir insan gündelik yaşamda küçük gözlemler yaparak da bu konuda makul sonuçlara varabilir. Örneğin, büyük şehirlerdeki yaşamımız buna güzel bir örnek teşkil eder. Türlü özelliklere sahip milyonlarca insanın bir arada yaşadığı, kalabalık, karmaşık, hatta binlerce tehlike ve ölüm riskiyle dolu bu şehirlerde trafik kurallarını ihlâl eden çılgın sürücülerle dolu caddelerde araçlara binerek kaygısızca seyahat eder, hiçbir önlem alınmamış yıkık dökük inşaat alanlarının önünden geçer, türlü hastalıklar taşıyan insanların içinde bulunduğu toplu taşıma araçlarını kullanır ve yine de hayatımızı pek çoğumuz sağ salim devam ettiririz. Alıştığımız için artık yadırgamayıp, normal kabul ettiğimiz bu yaşantı aslında mucizevîdir (sıra dışıdır) ve sağduyulu bir insana “Kaç tane tesadüf (!) ard arda gelirse ardında bir bilinç aranır?” sorusunu sordurtmak ve bu yaşamın bizim dışımızda bir güç tarafından yönetildiği, belli bir plana yönelik devam ettirildiği sonucuna götürmek için –bence- tek başına bile yeterlidir.
Lafı fazla uzatmayıp, şu an vizyonda olan ve 11 dalda
Oscar’a aday gösterilmiş Life of Pi adlı filme gelelim, öncelikle filmin bugüne
dek izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunu söylemeden edemeyeceğim.
Sadece konusuyla, tartışmaya açtığı kötülük problemi, Tanrı inancının
rasyonelliği/ irrasyonelliği, inancın bir ihtiyaç olup olmadığı gibi din
felsefesine dair önemli sorularıyla da değil, görseliyle, müzikleriyle, her
şeyiyle dolu dolu, insanları düşünmeye, sorgulamaya yönlendiren bir film Life
of Pi. Böyle bir filmle karşılaşınca, her ne kadar blogumda film-kitap analizi
yazmak gibi bir âdetim olmasa da bu film hakkında muhakkak bir şeyler karalamam
gerektiğini düşündüm.
Filmi iki kez izledim. Bazı sahnelerde, çocukluğumda Mayıs
ayı gibi çileğin yeni çıktığı ve pazarda ilk kez satılmaya başlandığı gün, eve
döndükten sonra annemin bunları yıkayıp üzerine pudra şekeri serpip bana
verdiğinde hissettiğim duyguyu yaşadım. Yazacaklarımın bundan sonraki kısmını
filmi izlememiş olanların okumasını önermiyorum. Zira bu filmle ilgili herhangi bir analiz
okuduktan sonra filmi izleyecek olurlarsa hem normalde alacaklarından daha az
keyif alacaklar, hem de bence yazarın (Yann Martel)/ senaristin (David Magee)/ yönetmenin (Ang Lee),
gerçeğin seçimini izleyiciye bırakma çabası heba olacaktır.
Filmin konusu şöyle, laik ve liberal bir ailede ortamında
yetişen, küçük yaşlardan beri dinlere ilgi duyan, hayatının anlamını bulmaya
çalışan Pi (Piscine Patel), ailesiyle birlikte Hindistan’dan, babasının sahip
olduğu hayvanat bahçesinin hayvanlarını satmak ve yeni bir yaşam kurmak üzere Amerika’ya
giderken, içinde bulundukları Japon
kargo gemisi batar. Gece yarısı uykusundan aniden, uyanan ve güverteye çıkıp
dalgaları, fırtınayı izleyen Pi,
kendisini içinde kısıtlı erzak bulunan bir filikada, bota binmeyi
başarmış olan kırık bacaklı bir zebra, yırtıcı bir sırtlan, Richard Parker
adındaki kaplanları, Orange Juice adındaki orangutan ve bir sıçanla birlikte
bulur. Yolculuğun henüz başlarında,
sırtlan zebrayı öldürür, içlerindeki en insansı hayvan olan orangutan sırtlanı
cezalandırmak ister ve bu sırada sırtlan tarafından saldırıya uğrayıp öldürülür
ve nihayet besin zincirinin en üstündeki hayvan olan kaplan Richard Parker,
sırtlanı öldürür ve sıçanı yer. Bundan sonra yaklaşık 1,5 saat Pi ve Richard
Parker’ın (ve bilhassa da besin zincirinin en üstündeki Richard Parker’la aynı
botta bulunan Pi’ın) okyanusun ortasında 227 gün boyunca süren ölüm-kalım
savaşını, atlattıkları badireleri, heyecan dolu maceraları, bu olaylarla
paralel Pi’ın Tanrı’yı arayışını ve inancındaki değişimleri izleriz. Filmin
sonlarına yaklaştığımızda Pi ve Richard Parker karaya ulaşır. Richard Parker
ardına bile bakmadan çeker ve gider. Pi ise kendini hastanede bulur. Filmin en
önemli ve vurucu kısmı hastanede, geminin batış sebebini öğrenmek için sigorta
şirketi tarafından gönderilmiş Japon görevlilerin Pi ile aralarında geçen
diyalog esnasında ortaya çıkar. Kazanın sebebini ve nasıl gerçekleştiğini
öğrenmek isteyen görevlilere Pi, bizim de 1,5 saat boyunca izlediğimiz kaplanlı
macerayı anlatır. Japonların bu macerayı
garipsemesi ve bunu bu şekilde yazamayacaklarını söylemelerinin üzerine Pi, sanki o an uyduruyormuşcasına (?!), göz
yaşları içinde yeni bir hikaye anlatır. Bu alternatif öyküye göre, batan
gemiden kurtulup filikaya binebilenler, akşam yemeği dağıtılırken Pi’ın
babasıyla takışan agresif aşçı, sempatik Budist bir genç, Pi’ın annesi ve Pi’dır… Saldırgan aşçı önce Budist genci öldürür ve
onu yer, buna karşı gelen ve sinirlenen annesi aşçının saldırısına uğrayarak
can verir. Aşçı kurtarma botunda kazara bulunan sıçanı da yer. Tüm vahşete
şahit olan Pi ise aşçıyı öldürür ve maceraya yalnız başına devam eder. Yani bu
yeni öyküye göre aşçı hayvanlardan sırtlanken, anne orangutan, ayağı kırık zebra
Budist genç, Pi ise kaplandır.
Her ne kadar ilk izleyişimde
kendimi ilk yani kaplanlı hikâyeye yakın bulmuş olsam da, (protagonistimiz Pi
de bunu seçse de ve Tanrı’nın da bunun daha iyi bir hikâye olduğunu düşündüğünü
düşünse ve dile getirse de) satır aralarından filmin vermek istediği mesajın
anti-teist yani din karşıtı bir mesaj olduğunu okumuştum. Fakat daha sonra film üzerinde düşündükçe ve
ikinci kez izleyince mesajın, hangi hikâyenin gerçek olduğunun kararının izleyiciye
bırakıldığını düşünmeye başladım. Filmi
güzel yapan şey de aslında buydu.
İnsan zihni garip. Geçenlerde ted'de
mutluluk üzerine hoş bir konuşma izledim. Burada konuşmacı, kişinin olayları
iki şekilde algıladığından bahsediyordu. Biri deneyimleyen benlikti
(experiencing self); olayları yaşayan, “o andayken” acı çeken ya da mutlu olan…
Diğeri ise hatırlayan benlikti (remembering self), anıyı/ yaşananları
beynindeki klasöre bir nevi pozitif-negatif vs. şeklinde etiketleyip koyan.
Konuşmacı “hatırlayan benliğin” aslında bir "storyteller" yani masalcı olduğunu
söylüyordu. Örneğin, 20 dakika boyunca
çok güzel bir konser kaydı dinleyen birisi, kaydın son 30 saniyesinde cızırtı
olduğu için 20 dakikalık deneyimi aslında gayet olumlu olmasına rağmen deneyim
hakkında mutsuz anılara sahip olabiliyor ve bunu negatif bir anı olarak
kaydedebiliyordu. Bazen de tam tersi oluyordu. Kötü bir deneyim, sonu iyi
bittiği için pozitif ve mutluluk verici bir anı olarak yaftalanabiliyor, öyle
anımsanabiliyordu. Videoyu izlemek isterseniz şuradan ulaşabilirsiniz: http://www.ted.com/talks/daniel_kahneman_the_riddle_of_experience_vs_memory.html
Life Of Pi’da da gerçek hikâyenin
hangisi olduğunu bilmemiz mümkün değil gibi gözüküyor.
Çünkü gerçek olan ikinci
(insanlı) hikaye de olsa, yolculuk boyunca karşılaştığı deneyimlerin ona
“hissettirdiklerinin” birinci yani kaplanlı hikâye olması, bu sebeple olayı bu
şekilde aktarmayı tercih etmiş olması gayet mümkün.
Hangi hikâyenin gerçek olduğu
hakkındaki delillerin film boyunca zaman zaman her iki hikayenin lehine
değiştiğini düşünsem de (Mesela kullanma kılavuzunda bulunan, filikada etobur bir
hayvanla bir aradaysanız diyen sahne ikinci hikayenin gerçekliğinin lehineyken,
ikinci hikayede Pi’ın sıçanı aşçının yemiş olduğunu söylemesi –ilk hikayeye
göre kaplan yemişken- birinci hikayenin gerçekliğinin lehinedir) yani bence
kasıtlı olarak bunun seyirciye bırakıldığı kanısına varmış olsam da her iki
hikaye üzerine yapmak istediğim birkaç çıkarımla devam edeyim.
A) İkinci
hikâyenin gerçek olduğunu varsayarsak filmin verdiği belli başlı mesajlar
şunlar olabilir:
Çıkarsız
sevgi ancak çocuklukta olur. (Çocuk Pi’ın Richard Parker’ı eliyle beslemek ve
onunla iletişim kurmak istemesi, onun bir ruhu-bilinci olduğuna inanması ve
kaplanın gözlerinde gördüğüne kendi yansıması ve düşünceleri haricinde bir
anlam yüklemesi) Hayatın acımasızlıkları karşısında bu çıkarsız sevgi yerini
çıkara dayalı bir sevgiye bırakır. Her merhamet-sevgi kisvesinin altında aslında
bir çıkar vardır. Pi’ın okyanus macerası boyunca kaplanın yaydığı korku
sayesinde yaşama bağlanması ve böylelikle mücadelesine devam edebilmesi bir
çıkar olduğu gibi, Tanrı’ya inanması bile aslında bir çıkardır çünkü onun kendi
içindeki boşluğu doldurmasına, yalnız hissetmemesine, var olmak için bunca çaba
harcamasına ve eziyete katlanmasına bir alt yapı hazırlamaktadır, anlam
kazandırmaktadır.
Tanrı’ya
yani kaplanlı hikayenin gerçek olduğuna inanmak, aslında yeryüzünde etobur bir
ada olduğuna da başka fantastik / masalsı şeylerin olduğuna da inanmakla
eşdeğerdir.
Çocukluk
yıllarında o dalga konusu olduğu ismine egosunun savunma mekanizmalarını* kullanarak zekice bir çözüm üreten Piscine, bu kez de
bu mekanizmaları, gözünün önünde gerçekleşen ve ruhunu derinden zedeleyen
olayları unutmak ve bu acımasız dünyada var olma isteğini, yaşam mücadelesini
anlamlı kılmak, rasyonalize etmek için kullanır ve Tanrı’ya inanmayı seçer.
Böylelikle
Pi aslında babasına verdiği rasyonel bir inanca sahip olacağı sözünü de
tutmuştur. Çünkü artık onun dünyasında, ihtiyaçtan dolayı inanmak ve bu sayede
akıl sağlığını koruyabilmek, tekrar mutlu olabilmek belki de en rasyonel
olandır.
“Kötülük
problemi”** (polio hastalığı) babasının inancını yitirip ateist olmasına neden olmuşken,
Pi’ın bilinçaltı okyanusta yaşadığı olayları “kötülük problemi”, olarak
algılamaktansa imtihan olarak algılamayı yeğler.
B) İlk hikâyeye dönecek olursak… Gerçek olan o ise filmin mesajını şöyle yorumlayabiliriz:
Pi hayattaki her şeyin mucize
olduğunu, yani mucizenin “sadece” Tanrı’nın fizik vs. kurallarını askıya aldığı
durumlarla sınırlandırılamayacak olduğunu düşünen biridir.
Örneğin, gemi batmadan az evvel,
gece yarısı ansızın uyanmasını, kendisinin de anlam veremediği bir güç
tarafından uyandırılmasını, kaderi olarak yorumlar; bu onun için bir mucizedir.
Çünkü ortada hayatına yön veren ve aslında kendi iradesi dışında gelişen bir
durum vardır. Bu sebeple hayvanlarla
birlikte bindiği filikayı kutsal kitaplardan öğrendiği Noah’s Arch’a (Nuh’un
gemisi) benzeterek, kendi filikasını Pi’s Arch (Pi’nin Gemisi) olarak
yorumlar.
Burada bir antrparantez açarak İslam dini açısından duruma
bakarsak, Kuran’da mucize kelimesi “ayet” kelimesi ile ifade edilir. Yani
aslında her şey ayettir, Allah’ın varlığının bir delilidir. Bu bağlamda
gündüzün ve gecenin birbiri ardınca gelişi de bir ayettir (2:164); Hz.
İbrahim’i ateşin yakmaması (21:69) yahut havarilere gökten sofra inmesi de
(5:114-115)… İslam’da mucize/ ayet sadece Tanrı’nın kendi koyduğu yasaları bir
süreliğine askıya alması değil, buna ek olarak o yasalar çerçevesinde olan
nizamdır da.
Parantezi kapatıp filme dönecek
olursak, ilk hikayeye göre 227 gün boyunca dinlerden
harmanladığı öğretilerin bilgeliği Pi’ın yaşam mücadelesini kazanmasına katkıda
bulunmuştur. Bunları deneyimlerinden edindiği bilgelikle sentezleyen Pi,
bilinciyle (ruhuyla) ve zekasıyla hayvandan ayrılan insanın besin zincirinin en
üstündeki bir hayvana hükmedebileceğini ve ondan farklı olduğunu anlamıştır; bu
da onu (antropik ilke) Tanrı'ya ve dinlere biraz daha yaklaştırmıştır. Lakin maceranın başında
Vişnu'ya dua eden Pi, fırtına sahnesinde artık Rahman ve Rahim olan
(Compassionate and Merciful) Allah’a yakarmaktadır.
Hayattaki her şeyi mucize olarak algılayan biri için teistik bir Tanrı’nın kendisi için etobur bir ada yaratmış olması (nasıl ki Hz. İsa ölüleri diriltiyorsa, cehennemin ortasında yanmayan ağaç oluyorsa) gayet mümkün bir olaydır. Nitekim, deizmin tanrısından farklı olarak teizmin tanrısı kendi yazdığı fizik, biyoloji vs. yasalarının kölesi-hizmetçisi değil, onları gerektiğinde bir süreliğine askıya almaya muktedir olanın ta kendisidir. Bu arada insan eti yiyen bakteriyle / yosunla kaplı “bilinen” bir etobur ada olmasa da bu çok da fantastik bir şey değildir aslında şunların var olduğu düşünülürse:
Hayattaki her şeyi mucize olarak algılayan biri için teistik bir Tanrı’nın kendisi için etobur bir ada yaratmış olması (nasıl ki Hz. İsa ölüleri diriltiyorsa, cehennemin ortasında yanmayan ağaç oluyorsa) gayet mümkün bir olaydır. Nitekim, deizmin tanrısından farklı olarak teizmin tanrısı kendi yazdığı fizik, biyoloji vs. yasalarının kölesi-hizmetçisi değil, onları gerektiğinde bir süreliğine askıya almaya muktedir olanın ta kendisidir. Bu arada insan eti yiyen bakteriyle / yosunla kaplı “bilinen” bir etobur ada olmasa da bu çok da fantastik bir şey değildir aslında şunların var olduğu düşünülürse:
http://www.vyperlook.com/...ck-the-beaches-of-denmark
http://sciencenordic.com/...algae-found-danish-waters
http://www.ntvmsnbc.com/id/25348733/
http://en.wikipedia.org/wiki/necrotizing_fasciitis
http://sciencenordic.com/...algae-found-danish-waters
http://www.ntvmsnbc.com/id/25348733/
http://en.wikipedia.org/wiki/necrotizing_fasciitis
Elbette bu ada aslında hallucinogen*** bitkilerle
dolu bir yer de olabilir. Nitekim Pi adaya ayak basar basmaz garip bir bitki
yemiştir. Bu bitkinin bilinç halini değiştiren, halüsinasyonlara sebep olan,
Şamanların ve diğer mistiklerin binlerce yıldır mistik tecrübe yaşamak amacıyla
ritüellerinde kullandıkları doğal bir sanrılandırıcı olması da ihtimal dâhilindedir.
Hatta ve hatta “acid” kelimesine yapılan vurgu bu amaçla bile olabilir.
---
Pi’ın inanış tarzını tasvip ediyor değilim.
Nitekim ben bu konuda Pi gibi değil, babası gibi düşünenlerdenim. Yani “her
şeye aynı anda inanmak demek,” bence de “aslında hiçbir şeye inanmamaktır”.
Lakin Hindistan gibi bir ülkenin vatandaşı olmasına rağmen, Pi’ın körü körüne
ata dinine uymak yerine, bir sorgulama sürecine girmesi, inanç sistemini bu
sorgulama sürecinin sonunda oluşturması hayranlık verici.
İzlediğimiz/
dinlediğimiz hikâyelerden hangisi gerçek olursa olsun ortada yadsınamaz bir
realite vardır o da genç bir çocuğun 227 gün boyunca, bir filikada, okyanusun
ortasında inanılmaz tehlikelerle karşı karşıya gelmiş olması, tüm bu
tehlikelere rağmen hayat mücadelesinde galip gelmiş olması, eski yaşantısına
geri dönerek bir aile kurmayı başarmış olmasıdır ve tüm bu “realite” mucize
değildir de nedir?
Einstein der ki “Hayat
iki türlü yaşanır. Ya her şey mucizeymiş gibi ya da hiçbir şey mucize değilmiş
gibi…” Filmin de aslında tartışmaya açtığı temel argüman bence tam olarak budur.
Sevgiler
---
*Savunma Mekanizmaları:http://www.varoluscupsikoterapi.net/Egonunsavunmamekanizmalari.html
**Kötülük Problemi: http://antispiritualist.blogspot.com/2012/07/iki-haberin-dusundurdukleri-kotuluk.html
***Hallucinogen: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_psychoactive_plantshttp://deep6inc.com/previewlsd16.html