Olağanüstü, sıra dışı veya esrarengiz yöne sahip, dini ve manevi deneyimler, din psikolojisinde "dini tecrübe" diye adlandırılır. Kur’an-ı Kerim’de ise sadece “dini tecrübe” diye bir terim değil, sözlük anlamı başkasını aciz bırakmayı ifade eden “mucize” diye bir terim de bulunmamaktadır. Bilindiği üzere, “mucize” genellikle peygamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna kanıt oluşturan eylem anlamındadır yani peygamber, doğruluğunu kanıtlamak için olağanüstü bir iş yaparak inanmayanlara meydan okur ve inanmayanları ‘aciz’ bırakır. Kuran meallerinde “mucize” olarak karşımıza çıkan kelime ise aslında genellikle “ayet” kelimesidir. Yani Kur’an’da doğa yasaları çerçevesinde gerçekleşen olaylar için kullanılan “ayet” kelimesi, peygamber karşıtlarını alt etmek veya inananlara destek olmak için gösterdikleri sıra dışı, doğa yasalarını askıya alan olaylar için de kullanılır.[1] Örneğin, Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’ya dokuz mucize (ayet) verildiği şöyle ifade edilmektedir:
Yemin
olsun, biz, Mûsa'ya açık-seçik dokuz
mucize (âyâtin) verdik. İsrailoğullarına sor: Hani, Mûsa onlara geldiğinde
Firavun ona şöyle demişti: "Ben senin kesinlikle büyülendiğini
düşünüyorum, ey Mûsa!"[2]
Her iki türlü durumun, yani evrendeki
bilinçli tasarımı, fizik doğa yasaları ile izah edilebilecek delilleri ve sıra
dışı / mucizevî olarak nitelendirilebilecek Hz. İsa’nın yahut Hz. Musa’nın
insanlara sunduğu enteresan olayların,
aynı kelime ile ifade edilmiş olması iki şeye yorulabilir. Bunlardan
birincisi tüm bu sıra dışı olayların aslında bir şekilde doğa yasaları ile izah
edilebilir olduğudur. Bu görüş kutsal
kitaplarda geçen, peygamberlerin getirdikleri sıra dışı olayların fizik
kuralları ile de açıklanabileceğini, “sünnetullah”[3]’tan bahseden ayetleri
delil göstererek savunur; yani örneğin Hz. Musa’nın denizi yarma eyleminin
fizik yasaları dâhilinde vuku bulduğunu ileri sürer. Diğer görüş ise bu
eylemlerin sıra dışı, fizik yasalarını geçici bir süre için askıya alan
eylemler olduklarını, birer mucize olduklarını ileri sürmektedir.
Bence, söz konusu olan Allah olduğunda,
Allah herşeye kadir bir varlık olduğundan ve deizmin evreni yaratan ve müdahale
etmeyen tanrı anlayışından, herşeye kadir olmasıyla net bir şekilde
ayrıldığından, ikinci görüş, yani gerçekleşen sıradışı olayların evren yasaları
dahilinde değil, evren yasalarının askıya alınarak gerçekleştiriliyor olduğu görüşü daha tutarlı ve akla yatkındır. Çünkü insanı Allah’ın kudreti karşısında aciz bırakan mucizeler
panteist yahut deist kendi yarattığı yasaların, düzenin hizmetçisi konumunda
olan yani kurduğu düzene uymak zorunda olan tanrı figürlerinin aksine, ancak Allah
tarafından yollanabilir. Yani peygamberler tarafından sunulan mucizeler panteist, deist vb. inancı olan toplumlara da
bir nevi ihtar niteliğindedir. Bunlar Allah’ın kendi yarattığı fizik, biyoloji
vs. yasalarına uymak zorunda olmadığının, onları bir süreliğine de olsa devre
dışı bırakabilecek kudrette olduğunun göstergesidirler. Kuran’daki mucizelerin
imtihan etmek, Allah’ın Muktedir olduğuna tanık tutmak gibi amaçları vardır.
Allah’ın, Hz. İsa aracılığı ile ölüleri dirilttirmek suretiyle kendi yasasını
bozması da, fizik yasalarını geçici bir süre için askıya alarak Hz. İbrahim’in
ateş tarafından yanmamasını sağlaması da, cehennemin ortasında yanmayan ağaç
yaratabilmesi de, İsrailoğulları’nı imtihan etmek için yine kendi izni
dâhilinde buzağı heykelini böğürtmesi de, Ashabı Kehf’in uzun senelerce bir
mağarada uyutulup zamana meydan okunması da, Hz. İsa’nın yahut Hz. Adem’in
cinsellik olmadan yaratılması da Allah’ın kendi kurduğu düzene ve sisteme bağlı
olmak zorunda olmadığı realitesine kısa süreli de olsa şahit tutulmamızdır.
Mucize inkârcıları mucizelerden yüz çevirirken aslında, Allah’ın her şeye kadir
olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan olduğu realitesine yüz çevirmektedirler.
“Cehennemin ortasında yanmayan ağaç mı olur? Demek ki bu Kuran eskilerin
mitosları” demekle ve cehennemdeki ateşin ve azabın gerçek olduğuna dair apaçık
ayetlere rağmen “Cehennemin ortasında yanmayan ağaç mı olur demek ki cehennem
ateşi bir sembol” demek mucizeye, yani Allah’ın mutlak Muktedir olan olduğuna
yüz çevirmenin farklı türlerinden ibarettir. Bu noktadan hareketle benim görüşüm
Kuran-ı Kerim’de bahsi geçen sıra dışı olayların çoğunlukla fizik, biyoloji vs.
yasaları çerçevesinde gerçekleşmediği yönündedir. Kaldı ki sünnetullah’tan
bahseden ayetler bağlam içinde incelendiğinde bunların aslında evren
yasalarıyla alakası olmadığı görülecektir.
Dini tecrübe konusuna dönecek olursak, Kuran’da
bizlere ibret olarak sunulan sıradan insanların tecrübe ettikleri, onları
Allah’ın kudreti karşısında aciz bırakan bazı mucizevî olaylar, pek çok dini
tecrübe örnekleri vardır. Yazının ilerleyen kısımlarında bunlara değinmeye çalışacağım. Kur’an’a göre kişinin yaşadığı tecrübenin iki
ana çatı altında toplanmasından söz edilebilir: Rahmanî ve Şeytanî.
En’am
Suresi şöyle der:
“İşte böyle, biz peygambere insan
ve cin şeytanlarını düşman
yaptık. Bunlar aldatmak için birbirlerine lafın yaldızlısını fısıldarlar.
Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Bırak onları, düzdükleri iftiralarla baş başa
kalsınlar”[4].
“Şeytanlar kendi evliyasına/dost ve destekçilerine sizinle mücadele
etmeleri için elbette ki vahiy gönderirler. O şeytan evliyasına boyun eğerseniz kesinlikle müşrikler oldunuz
demektir”[5].
Yukarıdaki
ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kur’an’a göre sadece Allah değil, (elbette yine Allah’ın
izni dâhilinde) şeytan da insanları kandırmak ve yoldan çıkarmak için vahiy
gönderebilir/ ilham edebilir, lafın yaldızlısını fısıldayabilir ve dini tecrübe
yaşadığını ve doğru yol üzere olduğunu zanneden bir kişi aslında bu vesile ile
hepten yoldan çıkarılabilir. Elbette şeytanın ihlâslı kullar üzerinde bir
sultası olmadığından[6] bu durum bir vesile
olmaktan öteye geçemez. Bu bağlamda, ayetlere
göre dini tecrübe Allah’ın sevdiği kullarına bir lütfu ve rehberliği
olabileceği gibi yaşayan kişinin sapmasına vesile olan bir olay, bir imtihan aracı
yahut bir uyarı aracı olarak da karşımıza çıkabilir. Şimdi ayetlerde
bulunan dini tecrübe örneklerini inceleyerek, bu çıkarımlarımızı delillerle
destekleyelim.
Vahiy/
İlham Tecrübesi
İslam dininde vahiy, fısıldama ve gizli konuşma anlamlarına gelir. Allah
insanlardan kendi elçilerini seçer ve sözlerini onların aracılığı ile insanlara
duyurur. O sözler vahiy meleği tarafından getirilir. Onun gelişini o elçiden
başkası görmez ve konuşmasını ondan başkası duymaz. Bu konuşma insanlardan
gizli olduğu için adına vahiy denir.[7]
Biz, sıradan insanlar, eğer vahyi getiren
kişi hayatta ise onun karakterini, ahlâkını, akıl ve ruh sağlığını sınayarak
ama daha da önemlisi bu tecrübelerin güvenilirliğini kendisinin vahiy aldığını
iddia eden kişinin getirdiği mesajları sorgulamak suretiyle test eder, tanık
oluruz. Nitekim tarih boyunca binlerce insan vahiy aldığı iddiasında
bulunmuştur. Buradaki ölçüt, bu insanların getirdikleri mesajların doğruluğunu,
tutarlılığını, akılla ne denli örtüştüğünü içimizdeki ayetlerle, vicdanımızla
karşılaştırarak sorgulamak olmalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, Semud halkına
peygamber olarak gönderilen Hz. Salih ilgili olarak Semud’un müminleri şöyle
derler:
“Toplumunun
kibre saplanmış kodamanları, içlerinden inanıp da baskı altında tutularak
ezilenlere şöyle dediler: "Siz Sâlih'in, gerçekten Rabbi tarafından
gönderildiğini biliyor musunuz?" Onlar: "Onun aracılığıyla
gönderilene gerçekten inanıyoruz." dediler.”[8]
Bu ayette müminler Salih’in gerçek bir
peygamber olduğunu onun getirdiği mesajdan, onun aracılığıyla gönderilenden
anladıklarını söylüyorlar. Bu durumda, bir insanın peygamberlik iddiasında
bulunan şahsın Allah’ın elçisi olup olmadığını anlamasının en temel yolu, onun
getirdiği mesajı inceleyip, sorgulaması ve sonra karara varmasıdır. Aksi
takdirde, dünyadaki herkes içinde doğduğu ülkenin dinine, körü körüne
bağlanması kaçınılmaz olur, Allah katındaki tek din olan İslam’ı seçmeyenlerin
cezayı hak etmesi de mantıksız olurdu.
Ayetlere göre Hz. Muhammed’in
yaşadığı vahiy tecrübesi gerek bizzat vahyi alan kişi yani kendisi tarafından,
gerekse onun çevresinde bulunan yakınları tarafından test edilmiş,
güvenilirliği sorgulanmıştır. Kur’an’da bununla ilgili pek çok ayet vardır.
“Yemin
olsun inip çıktığı zaman yıldıza/ süzülüp aktığı zaman Ülker Yıldızı'na ki
arkadaşınız ne saptı ne de azdı. O; kuruntudan, keyfinden konuşmuyor. İndirilmiş
bir vahiyden başkası değildir o.”[9]
“De
ki: "Size, bir tek şey öğütleyeceğim: Allah için ikişer ikişer, teker
teker kalkın, sonra da iyice düşünün!" Arkadaşınızda cinnetten eser yok!
O, şiddetli bir azap öncesinde sizi uyaran bir kişiden başkası değil.”[10]
“Ve
arkadaşınız bir cin çarpmış değildir. Yemin olsun ki, onu apaçık ufukta gördü.”[11]
Bu ve bunun gibi ayetlerden Hz.
Muhammed’in çevresindeki arkadaşlarının vahyi ve dolayısıyla arkadaşlarının
peygamberliğinin gerçek olup olmadığını sorguladıklarını, körü körüne kabul
etmediklerini anlıyoruz.
Yine ayetlerde, Hz. Muhammed’in kendisinin
de bizzat kendi durumunu sorguladığını, deneyimi bizzat yaşayan kişi de olsa
körü körüne kendi peygamberliğine inanmadığını gösteren ifadelere rastlıyoruz:
“Emin
ol ki, sen bu Kur'an'a Hakîm ve Alîm bir kudret tarafından muhatap
kılınıyorsun.”[12]
“Yemin
olsun o hikmetlerle dolu Kur'an'a ki, Hiç kuşkusuz, sen, gönderilen
elçilerdensin; Dosdoğru bir yol üzerindesin. Azîz ve Rahîm'in indirdiği
üzeresin.” [13]
Bu durumda dini tecrübe ile ilgili en
temel güvenilirlik ölçütü, Kur’an-ı Kerim ayetlerin de işaret ettiği üzere onu
sorgulamak, test etmek, süzgeçten geçirmek körü körüne kabul etmemek olmalıdır.
Kur’an’ın bize bu konu ile ilgili verdiği en önemli ve öncelikli mesaj budur.
Vahiy tecrübesini diğer dini tecrübelerden
ayıran en önemli özellik daha sonraki tecrübelerin doğruluğunun anlaşılması
açısından en temel ölçütün bizzat vahyin kendisi olmasıdır. Bu bağlamda kişi
öncelikli olarak vahyin sahihliğini sorgulayacak, evrendeki ve öz benliğinin
içindeki ayetlerle ne derece örtüştüğü konusunda rasyonel çıkarımlarda
bulunacak sonra tam bir inançla tatmin olduktan sonra yaşanan dini tecrübeleri
bu temel ölçüt çerçevesinde
değerlendirmeye tabi tutacaktır.
Son olarak, aksini iddia etmek Hz.
Muhammed’in nebilerin sonuncusu olduğu ve Kur’an-ı Kerim’in de kıyamete kadar
geçerli olan tek kutsal kitap olduğu iddiası ile çelişeceğinden, bu
tecrübe türü bir müslüman için Hz. Muhammed’le birlikte sona ermiştir. Bu
bağlamda, bu dini tecrübe türünün günümüzde bizler açısından hiçbir deneyimlenebilirliğinin
kalmadığını söylemek mantıklı gözükmektedir.
Yalnız şunu da eklemek gerekir ki vahiy
ilham anlamına da gelir. Çünkü ilham, Allah'ın insanın içine doğurduğu şeye
denir. O da vahiy gibi gizlidir. Kur'an-ı Kerim'de vahiy kelimesi her iki
anlamda da kullanılmıştır. Ancak vahiy denince ilk anlaşılan, Allah'ın
emirlerinin elçilerin ulaşmasıdır. İlham ise kişiseldir, kimseyi bağlamaz.
Müslüman yahut gayri Müslim herkes ilham alabilir.[14] Kur’an ayetlerinde peygamberler
harici bazı kimseleri de Allah’ın zaman zaman bilgilendirebildiğini görüyoruz. Bunlara
örnek olarak İsa peygamberin çevresindeki havarilere Allah ve resulüne iman
etmelerinin vahy edilmesini (ilham edilmesini),[15] Hz. Musa’nın annesine onu
sandığa koyup ırmağa bırakmasının vahyedilmesini[16] verebiliriz. Elbette bu
tarz ilhamların dini alanda bilgi vermeye yönelik ilhamlar olmadığı açık ve
nettir. Ayetlere göre dini konulardaki bilgiyi ancak ve ancak peygamberler
Allah’ın vahyini insanlara tebliğ etmek suretiyle verebilir, peygamberler
harici kimselerin böyle bir şey yapma yetkisi olduğunu belirten bir ayet
bulunmadığı gibi En’am Suresi’nde şeytanların da vahiy gönderebildiğine dair
bilgi verilerek insanlar bu hususta uyarılmıştır:
“…Şeytanlar kendi dost
ve destekçilerine (evliya) sizinle mücadele etmeleri için elbette ki vahiy
gönderirler. O şeytan evliyasına boyun eğerseniz kesinlikle müşrikler oldunuz
demektir.”[17]
Bu sebeplerden ötürüdür ki bu tarz
ilham / vahiy yoluyla edinilen bilgi ve beraberinde getirdiği sorumluluk
kişinin sadece kendisini bağlar; zaten kelâmcılar da bu yolla edinilen bilgi
üzerine genel hükümler kurmanın yanlış olduğunu önemle belirtmişlerdir.
Kerâmet ve İstidrac
Kerâmet sözlükte
kerîm olmak, değerli olmak anlamına gelir.[18] Allah insanı değerli
(kerâmetli) yarattığını ve birçok şeyi onun emrine verdiğini şu ayetlerle
açıklamıştır[19]:
Yemin olsun, biz,
âdemoğullarını onur ve üstünlükle donattık (çok kerametli kıldık) onları karada
ve denizde binitlerle yükledik. Onları, güzel ve temiz rızıklarla besledik. Ve
onları, yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.[20]
Ey insanlar! Biz sizi, bir
erkekle bir dişiden yarattık. Ve örfler yoluyla tanışıp kaynaşasınız diye sizi
milletlere, boylara ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, (en
kerim olanınız) sakınılması
gereken şeylerden en çok sakınanınızdır. Allah her şeyi bilir, her şeyden
haberdardır.[21]
Ayetlerden açıkça görülebileceği gibi insanların
en kerim, kerametli olanı takva bakımından üstün olandır. Lakin elimizde bir
takva ölçer olamayacağı ve kalplerin özünü en iyi bilen Allah olduğu için,
kimin takvaca üstün olduğunun bilgisi sadece Allah’tadır. Nitekim Tevbe Suresi
101. ayette Hz. Muhammed’in bile kimlerin münafık olduğunu bilemeyeceği
vurgulanmaktadır. Bir insanın görünürde takvalı olması gerçekte öyle olduğu
anlamına gelmez. Takva konusunda bir beşerin tek yapabileceği, ölçüt olarak hak
ve batılı ayıran Furkan’ın sunduğu delilleri kabul edip bir insanın takvalı
olup olmadığı hakkında bir tahmin yürütmesi olabilir. Bunun dışında gerçekte kimin ne olduğunun
bilgisi sadece Allah’tadır.
Her ne kadar Kur’an’da keramet kelimesi bu
şekilde kullanılmış olsa da, kerâmet deyince
yukarıda anlatılanlar değil, olağanüstü şeyler kastedilir. Bunlara bir elçide
görülürse adına mucize, velide görülürse kerâmet denir.[22] Kur’an’da peygamberlerin
pek çok mucizesine örnekler bulunmakla ilgili, peygamber olmayan insanların da dâhil
olduğu sıra dışı, olağanüstü gibi gözüken bir takım olayların örneği
vardır.
Kur’an- Kerim’de bulunan en ilginç dini
tecrübe örneklerinden birisi Hz. Musa’nın kavminin yaşadığı dini tecrübedir. Bu
tecrübe onu yaşayanların yoldan nasıl saptıklarını gözler önüne seren bir ibret
olması niteliğiyle her dini tecrübeye aldanmamanın, onu rasyonel bir yol
izleyerek gerçek/ hak olduğuna kanaat getirilmiş olan vahyin süzgecinden
geçirmeden kabul etmemenin önemini bir kez daha vurgulamaktadır.
“Mûsa'nın
kavmi, onun Allah'la konuşmaya gidişinden sonra, süs eşyalarından oluşmuş, böğürebilen bir buzağı heykelini ilah
edinmişti. Görmediler mi ki, o onlarla ne konuşabiliyor ne de kendilerine yol
gösterebiliyor? Onu benimsediler ve zalimler haline geldiler.”[23]
Bu
olayın detayları TaHa Suresi’nde verilmiştir:
“Buyurdu:
‘Biz senden sonra toplumunu tam bir
biçimde imtihan ettik. Sâmirî onları saptırdı.’ Bunun üzerine Mûsa, öfkeli
ve ümidi kırık bir halde kavmine döndü. Dedi: ‘Ey toplumum! Rabbiniz size güzel
bir vaatte bulunmadı mı? Süre mi size uzun geldi yoksa Rabbinizden üzerinize
bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz söze ters davrandınız?’
Dediler ki: ‘Biz sana kendi irademizle karşı çıkmadık. Olay şu: Bize o
topluluğun süs eşyalarından bazıları yükletilmişti, onları kaldırıp attık; aynı
şekilde Sâmirî de attı.’ Sâmirî onlar için, böğürmesi olan bir buzağı heykeli çıkardı. Dediler ki: ‘Bu, hem
sizin hem de Mûsa'nın tanrısıdır. Ama Mûsa unuttu.’ Görmüyorlar mı ki; o buzağı
onlara bir sözü geri çeviremiyor; kendilerine bir zarar veremiyor, bir yarar
sağlayamıyor.”[24]
Ayetlerde bahsi geçen heykelin sıradan bir
heykel olmaması, “böğürmesi olan” bir heykel olması dikkat çekicidir.
İsrailoğullarını cezbeden ve heykele tanrısallık atfederek Allah’a ortak
koşmalarına neden olan şey, çok büyük ihtimalle, onun sıradan bir heykelde
bulunmayan, böğürebilme özelliğidir. Oysa Allah, ayette de açıkça belirtildiği
üzere, bu olayı onlar için bir imtihan aracı yapmıştır. Bu ayetten çıkarılması
gereken en önemli sonuç, “o an için” paranormal gözüken ya da gerçekten
paranormal olan olayların cereyan etmesinin bunlara yahut bu özellikleri
sergileyenlere tanrısallık, kutsallık, seçilmişlik atfetmekle sonuçlanmaması
gerektiğidir. Tecrübe edilenler gerçek de olsa, hem yaşamın son saniyesinde
kadar imtihanın devam ettiği, hem de Allah’ın izni olmadan bir yaprağın bile
düşmediği realitesi unutulmamalıdır. Ayrıca bundan iki yüz yıl önce olağanüstü
kabul edilebilen bazı olaylar, bugün bilimsel yollarla da açıklanabilen olaylar
haline gelmiştir. Kaldı ki böyle olmasa bile yine o sıra dışı olayı
gerçekleştirenin Allah olduğu bilinmeli ve övgü kullara değil, Allah’ın zatına,
kudretine yapılmalı, herhangi bir kula kutsallık da atfedilmemelidir.
Kelâm kitaplarında “kafir ve fasık
kişilerden zuhur eden harika hadiseler”i tanımlamak için kullanılan “istidrac”
ifadesi ayette bahsi geçen olaydakine benzer bir duruma işaret etse gerektir.[25]
Şu asla unutulmamalıdır
ki eğer dini tecrübe yaşadığını iddia eden şahısta patolojik bir rahatsızlık
yok ise yani onun bu yaşadığı dini tecrübe gerçek ise yine de bir imtihan söz
konusu olabilir. Onu nasıl anlamlandırdığımız da en az yaşanan tecrübe kadar
önemlidir.
Örneğin şahit oldukları bu sıra dışı olay
karşısında İsrailoğulları illa ki sapmak zorunda değildi. Nitekim ayette[26] toplumun Hz. Musa’ya
verdiği cevapta geçen “Samiri onlar
için heykel çıkardı” ifadesinden toplumdaki istisnasız herkesin Samiri’nin
sözlerine uymadığını, bir kısmının da buzağı heykelinin böğürmesine şahit olmasına
rağmen onu ilah edinmediğini anlıyoruz. İsrailoğulları eğer yaşadıkları
tecrübeyi, yanlarında bulunan peygamberleri Hz. Musa ve Hz. Harun’un
kendilerine tebliğ ettiklerinin süzgecinden geçirmiş olsalardı böğüren buzağı
heykelinin “Musa’nın da tanrısı, kendilerinin de tanrısı” olmadığını, bu sıra
dışı esrarengiz olayla Allah’ın kendilerini imtihan ettiğini anlayacaklardı. Onlar
Samiri’nin onlara böğüren buzağı heykeli ile birlikte sunduğu “Bu böğüren
buzağı heykeli hem sizin hem de Mûsa'nın tanrısıdır” hatalı önermesini kabul
etmek yerine, şahit oldukları realiteyi peygamberlerinin tebliğ ettiklerinin
süzgecinden geçirselerdi bu hatayı yapmayacaklardı.
Kur’an-ı Kerim’de keramet konusuna işaret
eden bir diğer ayet Hz. Süleyman ve beraberindeki müşavirlerinin yaşadığı bir
tecrübedir:
“Süleyman,
kurmaylarına dedi ki: ‘Onlar teslim olup huzuruma gelmeden önce, o kadının
tahtını hanginiz bana getirebilir?’ Cinlerden bir ifrit şöyle dedi: ‘Sen daha
makamından kalkmadan, onu sana getirebilirim. Ben bunu yapacak güçteyim ve
gerçekten güvenilir biriyim.’ Kendinde Kitap'tan bir ilim olan kişi de şöyle
dedi: ‘Ben onu sana, gözünü açıp yumuncaya kadar getiririm.’ Derken Süleyman,
tahtı, yanında kurulmuş görünce şöyle konuştu: ‘Rabbimin lütfundandır bu. Şükür
mü edeceğim, nankörlük mü diye beni denemek istiyor. Esasında, şükreden,
kendisi lehine şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Rabbim
Ganî'dir, cömerttir.’"[27]
Ayetlerden anlaşılacağı üzere melikenin
tahtını Hz. Süleyman’a getirebileceğini söyleyen iki kişi bulunmaktadır.
Bunlardan biri cinlerden bir ifrit, diğeri ise kendisine Allah tarafından ilim
verilen bir kişidir. Cinlerin, ayetlerde
bahsedilen insandan farklı vücut yapısına sahip olmaları yani dumansız ateşten
yaratılmış olmaları dolayısıyla bu tarz eylemler gerçekleştirebildikleri
düşünülebilir. Allah’ın ilmini ‘keşfeden’ ya da daha doğru bir ifadeyle
“kendisine ilimden pay verilen” bir kimse ise, ölümcül hastalıklara çare
bulabilir, elektronlar vasıtasıyla enerji transfer edip elektriği elde edebilir
yahut moleküler ışınlama yapabilir. Burada mühim olan nokta, yukarıda ele
aldığımız TaHa Suresi’ndeki ayetleri göz önünde bulundurarak, bu özellikleri
sergileyen insanlara tanrısallık, seçilmişlik, kutsallık atfetmemektir. Ayette
bahsi geçen kimseler arasında Allah’ın resulü olması itibariyle örnek
alınabilecek tek kişinin Hz. Süleyman olduğu düşünülürse, onun bu durum
karşısındaki tavrını örnek almak yerinde olacaktır. Nitekim Hz. Süleyman bu
olayın neticesinde, olayı gerçekleştiren ilim sahibini kutsamayıp, “Rabbimin
lütfundandır bu” yorumunda bulunarak şükürlerini yalnızca Allah’a sunmuştur.
Keramet tarzı gözlemsel yönü olan olağanüstü
olaylara işaret eden diğer ayet, Hz. Meryem’in yaşadığı dini tecrübelerle
alakalıdır.
“Allah,
onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi besleyip büyüttü.
Onu, Zekeriyya'nın korumasına verdi. Zekeriyya, mihrapta onun yanına her
girdiğinde, orada bir rızık bulur ve sorardı: ‘Meryem, bu sana nereden?"
Meryem de "Bu, Allah katındandır; çünkü Allah dilediğini hesapsızca
rızıklandırır.’ derdi.”[28]
Bilindiği üzere Hz. Meryem, “âlemlerin
kadınları üstüne yüceltilmiş”[29] olduğu ayetlerde
vurgulanan ve başta eşeysiz üreme yoluyla Hz. İsa’yı doğurmak olmak üzere pek
çok mucizeye şahit olmuş bir kişiliktir. Bu ayette de yine onun yaşadığı
olağanüstü, kendi dışında gelişen, ontolojik yönü ağır basan bir dini tecrübe
söz konusudur.
Son olarak, aşağıdaki dini tecrübe de
ahiretteki yeniden yaratılışla ilgili şüpheleri olan yani aslında dolaylı
olarak Allah’ın kudreti ile ilgili şüpheleri olan biri tarafından yaşanmıştır.
Dini tecrübe yaşayan herkesi Allah dostu, veli, Allah’ın seçkin kulu vs.
şeklinde yaftalama yanılgısına düşmeme açısından Hz. Meryem yahut Hz. Süleyman
gibi seçkin kulların yaşadıkları dini tecrübelerin benzerlerini Allah’ın yahut
ahiretin varlığı konusunda şüpheleri olan insanların bile yaşayabileceklerini
kavramamız önemlidir. Aşağıdaki ayetler bu duruma güzel bir örnektir:
Ya
şu kişi gibisini görmedin mi? Çatıları çökmüş, duvarları-damları yere inmiş bir
kente uğramıştı da şöyle demişti: "Allah şurayı ölümünden sonra nasıl
hayata kavuşturacak?" Bunun üzerine Allah, o kişiyi yüz yıllık bir süre
için öldürmüş, sonra diriltmişti. "Ne kadar bekledin?" demişti.
"Bir gün veya günün bir kısmı kadar bekledim." dedi. "Hayır,
dedi, aksine sen, yüz yıl kaldın. Yiyeceğine, içeceğine bak! Henüz bozulmamış.
Eşeğine bak! Seni insanlara bir ibret yapalım diyedir bu. Kemiklere bak, nasıl
yerli yerince düzenliyoruz onları ve sonra et giydiriyoruz onlara." İş kendisi için
açıklık kazanınca şöyle dedi o: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu
biliyorum."[30]
İlahî
Cevap Tecrübesi (Meûnet)
Hz. İbrahim’in Allah’tan ölüleri nasıl
dirilttiğini göstermesini istemesi ve Hz. İsa’nın havarilerinin Allah’tan
kendilerine gökten bir sofra indirmelerini istemeleri benzer tarzda bir dini
tecrübeye işaret etmektedir. Her iki olayda da mutmain olma isteği ve bunun
için Allah’tan dilekte bulunma durumu söz konusudur. Konuyla ilgili ayetler
şöyledir:
Hani,
İbrahim de şöyle yakarmıştı: "Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun
ölüleri?" "İnanmadın mı?" diye sordu. "İnandım, dedi, ancak
kalbimin tatmin olması için ..." Allah dedi ki: "Kuşlardan dört tane
al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça
koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Azîz'dir,
Hakîm'dir.[31]
“Havariler
demişlerdi ki: ‘Ey Meryem'in oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir
mi?’ İsa dedi ki: ‘Eğer müminlerseniz Allah'tan sakının!’ Dediler: ‘İstiyoruz
ki ondan yiyelim, gönüllerimiz tatmin bulsun, senin bize doğruyu söylediğini
bilelim ve buna tanıklık edenlerden olalım!’ Meryem oğlu İsa şöyle yakardı:
‘Allahım, ey Rabbimiz! Üzerimize gökten bir sofra indir de bizim hem
öncekilerimize hem sonrakilerimize bir bayram olsun, senden bir mucize olsun.
Rızıklandır bizi! Rızık verenlerin en hayırlısı sensin!’ Allah dedi ki: ‘Ben
onu üzerinize indireceğim. Ama bundan sonra küfre sapanınıza öyle bir azapla
azap edeceğim ki, âlemlerden hiç kimseye böyle bir azap yapmamışım.’" [32]
Bu ayetlerde işaret edilen, Hz. İbrahim ve
havariler tarafından yaşanan dini tecrübenin ortak özelliği kuldan gelen bir
talep sonrasında, isteğin kabul olunarak gerçekleştirilmiş olmasıdır. Her iki
örnek de çok mucizevî, olağanüstü durumlar içerdiğinden deneyimi yaşayan
şahısların bu tecrübe hakkında şüphe duyması ve olanları tesadüflerle
açıklamaya kalkmaları zalimlik olacaktır. Bu sebepten olmalıdır ki, Allah
havarilere yaşadıkları tecrübe sonrasında içlerinden hâlâ küfre sapan olursa
onu en ağır şekilde cezalandıracağı vaadinde bulunmuştur. Demek ki Allah’ın
kullara lütfu olan dini tecrübeler, büyük sorumlulukları da beraberinde getirir
ve aynı zamanda bir sınanma aracı da olabilirler. Nitekim Hz. İbrahim de başta
oğlu (İsmail) aracılığıyla olmak üzere büyük sınamalara tabi tutulmuş bir
peygamberdir.
Meûnet tarzında dini tecrübeye işaret
ettiğini düşündüğümüz bir diğer ayet, Hz. Muhammed ile ilgilidir. Tahrim Suresi
3. ayet, her ne kadar genellikle Kur’an dışı vahye delil olarak sunulan
ayetlerden biri olsa da, biz bu ayetin Hz. Peygamber’in yaşadığı bir ‘İlahî
cevap tecrübesi’ ile bağlantısı olduğunu düşünmekteyiz.
“Hani, Peygamber, eşlerinden birine bir sözü
gizlice söylemişti. Sonra eşi bu sözü duyurup Allah da onu Peygamber'e
bildirince, Peygamber sözün bir kısmını açıklamış, bir kısmından vazgeçmişti.
Peygamber, sözü eşine bildirdiğinde o: "Bunu sana kim haber verdi?"
demişti. Peygamber de: "O her şeyi bilen, her şeyden haberi olan bana
bildirdi." diye cevaplamıştı.”[33]
Mali olarak çok sıkışık bir anımızda,
alacaklıların kapımıza dayanmasına dakikalar kala, seneler önce borç verip
unuttuğumuz arkadaşımız geciktiği için özür dileyerek bizden aldığı borcu geri
ödese ve getirdiği miktar da tam bizim borcumuzun karşılığı olsa, bunun
Allah’ın bir lütfu olduğunu düşünür, hatta bunu dini bir tecrübe olarak
değerlendirip, şükreder, “Seni bana Allah gönderdi” deriz. Bu olaydaki her şey
aslında olağandır. Olağan olmayan tek şey, doğru parametrelerin doğru zamanda
devreye girmiş olmasıdır. Biliriz ki, her şeyin bu kadar güzel denk gelmesi ve
zamanlamanın işlerimizi mükemmel bir şekilde yoluna koyacak kadar harika olması
bir tesadüfün eseri değil, bizim dışımızda, bizi koruyan, gözeten, bize yardım
eden ve her şeyden haberdar olan güçle, Allah ile alakalıdır. Burada
yaşadığımız tecrübe aslında hissi olmaktan ziyade, evrenin oluşumundaki ince
ayara işaret eden bulgulara bakıp, onun tesadüfler sonucunda oluşamayacağı
kanaatine varmamıza benzer bir şekilde rasyonel delillere dayalıdır. Bize göre,
Tahrim Suresi 3. ayetin de böyle bir olaya işaret ediyor olması mümkündür. Her
şeyden haberdar olan Allah, elçisinin özel hayatıyla ilgili bir meselede de
doğru parametreleri doğru zamanda bir araya getirerek, bir takım sırların
ortaya çıkmasını sağlamış olabilir. Bu ayet, bu bakış açısından ele alındığında,
algısal ve olgusal yani ontolojik yönü ağır basan bir tecrübeye işaret
etmektedir.
Rüyalar
Ayetlerde göze çarpan bir diğer dini
tecrübe türü rüyalardır. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim Allah’tan kalbinin
yatışması için büyük bir mucize istemiş, Rabbi de bunu gerçekleştirmiştir.
Meûnet başlığı altında da örneklerini sunduğumuz üzere, tesadüfe ihtimal
tanımayan büyük dini tecrübeler büyük sorumlulukları ve sınanmaları da
beraberinde getirebilir. Nitekim Allah Hz. İbrahim’i yine bir dini tecrübe
aracılığıyla sınamıştır. Bu kez yaşanan dini tecrübe türü rüyadır:
“Bunun
üzerine biz, İbrahim'e yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik. Çocuk onunla
birlikte koşacak yaşa gelince, İbrahim dedi: ‘Yavrucuğum, uykuda/düşte
görüyorum ki ben seni boğazlıyorum. Bak bakalım sen ne görürsün/sen ne dersin?’
‘Babacığım, dedi, emrolduğun şeyi yap! Allah dilerse beni sabredenlerden
bulacaksın.’ Böylece ikisi de teslim olup İbrahim onu şakağı üzerine yatırınca,
Biz şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim!’ ‘Sen rüyayı gerçekleştirdin. İşte biz, güzel
düşünüp güzel davrananları böyle ödüllendiririz.’ ‘Bu, hiç kuşkusuz apaçık
imtihanın ta kendisiydi.’”[34]
Rüyada Hz. İbrahim oğlunu kurban etmekle
emrolunmuş ve bu vasıtayla sınanmıştır. Şüphesiz, bu ayetler rüyaların hem bir
dini tecrübe türü hem de sınanma aracı olabileceğine işaret etmektedir. Elbette
ki sıradan bir insanın buradan varması gereken sonuç, rüyasında gördüğü her
şeyi Rahmani olarak yorumlayıp, uygulamaya geçirmesi değildir. Hz. İbrahim’in rüyasında oğlunu
kurban ettiğini görmesi ve bunu gerçekleştirmeye yeltenip, Allah tarafından
takdir görmesine eleştiri getirilebilir. Nitekim normal şartlar altında sıradan
bir bireyin her ne sebep ileri sürerek olursa olsun, rüyasında gördü, cinnet
geçirdi yahut bir dini tecrübe yaşadı / yaşadığını sandı diye evladını
öldürmesi evrensel ahlâk ilkeleri sınırlarında ele alınamaz. Buradaki rüya deneyimi, İbrahim peygamberin çok geç yaşta çocuk sahibi olmasından, mutmain olmak için
Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini dilemesine uzanan “dini
tecrübe zinciri”yle bağlantılı bir durum olabilir. Hz. İbrahim’in Allah’ın
kuşları dirilttiği gibi oğlunu da hemen yeniden dirilteceği konusunda tam bir
şekilde tatmin olmuş olması ve bunun sınaması olarak da rüya görmesi
ilişkilendirilebilir ve bu açıdan bakıldığında biz sıradan insanları kapsamaz.
Onun bu yaşadıklarının ne kadar dindar olursa olsun sıradan bir insan
tarafından taklit edilerek uygulanması, görülen her rüyanın bu şekilde
gerçekleştirmeye kalkılması faciaya neden olacağı gibi, İslâm’ın masum bir
insanın canını almanın tüm insanlığı öldürmeye eşdeğer olduğu ilkesiyle de
çelişki arz edeceğini unutmamak gerekir. O yüzden bu olay, bizlere, rüyaların
dini tecrübe olabileceğini göstermekle birlikte, bazı deneyimlerin sırf
peygamberlere has olduğuna da işaret etmektedir.
Rüya tecrübesine işaret eden bir diğer
ayet Hz. Yusuf’la ilgilidir:
“Bir
vakit Yûsuf babasına şöyle demişti: ‘Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla,
Güneş'i ve Ay'ı gördüm; onları bana secde ediyorlar gördüm.’ ‘Yavrucuğum,’
dedi, ‘rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana bir oyun oynarlar. Hiç kuşkusuz
şeytan, insan için açık bir düşmandır.’ İşte böyle! Rabbin seni seçip
yüceltecek, olayların ve sözlerin tevilinden, sana bir şeyler öğretecek, hem
senin hem Yakub soyunun üzerinde nimetini tamamlayacaktır. Tıpkı bundan önce
ataların İbrahim ve İshak üzerine o nimeti tamamladığı gibi. Şu kesin ki, senin
Rabbin Alîm'dir, Hakîm'dir.” [35]
Hz. Yusuf’un rüyasının
gerçekleştiğini Yusuf Suresi 100. ayetten öğrenmekteyiz. Fakat yine buradan
yola çıkarak bu rüyanın türünün Hz. İbrahim’in rüyasından farklı olduğunu da
görüyoruz. Ayetlerden anlaşılacağı üzere, Hz. İbrahim rüyasında oğlunu kurban
ettiğini görmüş ve bunu gerçekleştirmişti. Hz. Yusuf’un rüyası ise daha
sembolik ve tevil edilmek suretiyle açıklığa kavuşan, anlam kazanan bir
rüyadır. Bu durumda bir dini tecrübe türü olan bazı rüyalar, kimi zaman
doğrudan, kimi zamansa sembolik yolla mesajlar verebilmektedir denilebilir.
Ayetlerde peygamber olmayan sıradan
bazı insanların rüyalarına ve bunların gerçekleştiğine de atıflar vardır.
Bunlara örnek olarak Hz. Yusuf’un zindan arkadaşlarının ve ülkenin kralının
rüyalarını gösterebiliriz. Bu rüyalar, Hz. Yusuf tarafından tevil edilmiş ve o
suretle bir dini tecrübe niteliği kazanmıştır.
SONUÇ:
Din psikolojisinde dini tecrübe herhangi bir dine mensup bir inanırın yaşadığı sıradışı, mucizevi boyutu olan olaydır. Dini tecrübeyi bir Hıristiyan da yaşayabilir, bir Hindu da, bir Müslüman da, Kur'an ayetinde belirtildiği gibi inançsız birisi de... Eğer bir insanın dini tecrübe, sıra dışı bir olay/ keramet yaşaması %100 doğru yolda olduğu anlamına gelseydi, o zaman çoktanrılı bir Hindu'nun bunu yaşamaması, sadece müslümanların yaşaması gerekirdi. O sebeple dini tecrübe yaşayan kişinin tecrübesi SADECE kendisi bağlamalıdır ve dini inançlar dini tecrübe gibi kaygan bir zemin üzerine değil, Allah kelamı üzerine oturtulmalıdır. Çünkü dini tecrübenin amacı, ayetlerde de gördüğümüz üzere, İMTİHAN da olabilir.
Din psikolojisinde dini tecrübe herhangi bir dine mensup bir inanırın yaşadığı sıradışı, mucizevi boyutu olan olaydır. Dini tecrübeyi bir Hıristiyan da yaşayabilir, bir Hindu da, bir Müslüman da, Kur'an ayetinde belirtildiği gibi inançsız birisi de... Eğer bir insanın dini tecrübe, sıra dışı bir olay/ keramet yaşaması %100 doğru yolda olduğu anlamına gelseydi, o zaman çoktanrılı bir Hindu'nun bunu yaşamaması, sadece müslümanların yaşaması gerekirdi. O sebeple dini tecrübe yaşayan kişinin tecrübesi SADECE kendisi bağlamalıdır ve dini inançlar dini tecrübe gibi kaygan bir zemin üzerine değil, Allah kelamı üzerine oturtulmalıdır. Çünkü dini tecrübenin amacı, ayetlerde de gördüğümüz üzere, İMTİHAN da olabilir.
Sufiler'in yaşadığı dini tecrübeye verilen isim "mistik tecrübedir". Mistik tecrübe bir haldir ve kendiliğinden olan bir hal değil, belirli uygulamalar, riyazet çalışmaları sonucunda beyni teta frekansına sokmakla meydana gelen bir haldir. Kur'an'da mistik tecrübeye bir örnek bulunmamaktadır. Çeşitli sanrılandırıcı maddeler kullanarak ya da belirli riyazet çalışmalarıyla mistik tecrübe yani "vahdet deneyimi" yaşanabilir. Çünkü mistik tecrübe "değiştirilmiş bir bilinç hali"nin sonucudur. Bu başlı başına başına başka bir yazının konusu olabilecek kapsamdadır.
Umulur ki insanlar, şeyhlerin, şıhların peşinden gitmeden evvel kendisine gelen vahyin gerçekliğini / doğruluğunu sorgulayan bir peygamberin ümmetinden olduklarını ve ayetlere göre, dini tecrübenin sadece deneyimleyen kişinin kendisini bağladığını hatırlasınlar...
Selam, sevgi
[1] Caner Taslaman, Evrim Teorisi,
Felsefe ve Tanrı
[2] Kuran-ı
Kerim, İsra Suresi, 17/101.
[4] Kur’an-ı Kerim, En’am Suresi, 6/
112.
[5] Kur’an-ı Kerim, En’am Suresi, 6/
121.
[6] Kur’an-ı Kerim, Sebe Suresi (34/
20-21), Nahl Suresi (16/99), İbrahim Suresi (14/22), İsra Suresi (17/65).
[7] Abdülaziz Bayındır, Kur’an
Işığında Tarikatçılığa Bakış, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul, s.99
[8] Kur’an-ı Kerim, A’raf Suresi, 7/
75.
[9] Kur’an-ı Kerim, Necm Suresi, 53/ 1-4.
[10] Kur’an-ı Kerim, Sebe Suresi, 34/
46.
[11] Kur’an-ı Kerim, Tekvir Suresi, 81/
22-23.
[12]Kur’an-ı Kerim, Neml Suresi, 27/ 6.
[13]Kur’an-ı Kerim, Yasin Suresi, 36/
1-5.
[14] Abdülaziz Bayındır, Kur’an
Işığında Tarikatçılığa Bakış, s.99
[15] Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi,
5/111.
[16] Kur’an-ı Kerim, TaHa Suresi,
20/38-39.
[17] Kur’an-ı Kerim, En’am Suresi, 6/
121.
[18] Mütercim Asım,
Kamus Tercümesi, c.IV, s.464,465. Firuzabâdî, Kamus Tercümesi, Mütercim Asım,
Bahriye Matbaası 1305.
[19] Abdülaziz Bayındır, Kur’an
Işığında Tarikatçılığa Bakış, s.104.
[20] Kur’an-ı Kerim, İsra Suresi, 17/
70.
[21] Kur’an-ı Kerim, Hucurat Suresi,
49/13.
[22] Abdülaziz Bayındır, Kur’an
Işığında Tarikatçılığa Bakış, s. 105.
[23] Kur’an-ı Kerim, A’raf Suresi,
7/148.
[24] Kur’an-ı Kerim, TaHA Suresi, 20/
85-89.
[25] Taftazani, nakleden Yaran, Dini Tecrübe ve Meûnet, s. 42.
[26] Kur’an-ı Kerim, Ta-Ha Suresi, 20/
88.
[27] Kur’an-ı Kerim, Neml Suresi, 27/
38-40.
[28] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi,
3/ 37.
[29] Kur’an-ı Kerim, Ali İmran Suresi,
3/42.
[30] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/
259.
[31] Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 2/
260.
[33] Kur’an-ı Kerim, Tahrim Suresi, 66/
3.
[34] Kur’an-ı Kerim, Saffat Suresi, 37/
101-106.
[35] Kur’an-ı Kerim, Yusuf Suresi, 12/
4-6.